Ana içeriğe atla

40 Kandil

Hayatınıza Işık Tutacak 40 Gönül Dostunun Kısa Hayat Hikâyeleri.


Ahmed Ziyâüddîn-i Gümüşhânevî (ks.)

Alfabetik sıraya göre yazmış olduğu Râmûzü’l-ehâdîs adlı hadis kitabı ile beynelmilel şöhrete sahip, meşhur bir İslâm alimi.

Gerçek bir âbid ve zâhid.

Gümüşhânevî hazretleri az yemek, az uyumak ve az konuşmak gibi prensipleri içeren zühd ve takvâ dolu bir hayatı benimsemişti.

Misafirsiz sofraya oturmazdı.

Bütün nafile oruçları tutardı.

Şöhret ve şatafata kapılmamış,

İlm-i zâhiri ve ilm-i bâtını,

Tasavvufu ve şeriati beraber götürmüş,

Ondokuzuncu yüzyıl gibi Osmanlı Devleti’nin çalkantılı, buhranlı bir devrinde ömür sürmüştür.

Tarikat anlayışı, tekkesi, irşat hususiyeti, bir milyondan fazla müridi, padişahlar nezdindeki nüfuzu, tasavvuf, fıkıh ve hadise dair eserleri ve dünyanın çeşitli bölgelerine gönderdiği 116 halifesiyle,

Günümüzde de halen canlılığını muhafaza eden bir tesir ve şöhrete sahiptir.

H:1228 / M:1813 senesinde Gümüşhane’nin Emirler Mahallesi’nde dünyaya gelmiştir.

Beş yaşında Kur’ân-ı Kerîm’i hatmeder, sekiz yaşına geldiğinde ise Kasâid, Delâil-i Hayrât ve Hizb-i A’zâm adlı eserleri hatmedip icazet alır.

18 yaşlarına geldiğinde ticari alışveriş için amcasıyla İstanbul’a geldiğinde, babasının daha öncesinde kendisine vermiş olduğu söze istinaden,

“Yardımcı ve dost olarak Allah bana yeter.” diyerek, Rabbi’ne tam bir teslimiyet ve tevekkül duygusu içinde Bayezid Medresesi’nde ilim tahsili için kalmaya karar verir.

Kalemi ve kelâmıyla mücadele veren Gümüşhânevî, yeri gelince kılıca ve silaha sarılmayı da bilmiş, 93 Harbi diye bilinen Osmanlı-Rus savaşlarına iştirak ederek cephede bizzat çarpışmıştır.

Toplumun her türlü ihtiyacına cevap verme gayreti içinde olan Ahmed Ziyâüddin hazretleri, o devirde yeni kurulmaya başlanan ve "faizle çalışan bankalara bir alternatif olarak" müntesiplerinin ellerinde bulunan menkul kıymetleri bir araya getirerek "yardım ve borç sandığı" kurdurmuştur. 

Gümüşhânevî’nin toplum hayatına, insanlara hizmet etmeye, sosyal faaliyetlere bu derece önem vermesi, biraz da müntesibi bulunduğu tarikatin hususiyetinden kaynaklanmaktadır.

Nakşibendî Tarikati, irşat faaliyetinde halkın içine karışmayı ve insanlara hizmeti ön planda tutan “halk içinde Hak ile beraber olmak” gibi önemli bir anlayışa sahiptir.

Gümüşhânevî (ks.), tekkesinde kurduğu yardımlaşma ve yatırım sandığında biriken sermaye ile büyükçe bir matbaa satın alarak, ilmî eserlerin ilim erbabına bedelsiz ve hediye usûlü dağıtılarak, ilmin daha verimli ve yaygın hale getirilmesine gayret göstermişti.

Aynı sermayeden tahsis edilen ödenek ile İstanbul, Bayburt, Rize ve Of’ta 18 bin ciltlik dört ayrı kütüphane tesis edilerek ilmin Anadolu’da da yayılması temin edilmeye çalışılmıştır.

Gümüşhânevî hazretleri, 7 Zilkâde 1311 / 13 Mayıs 1893 senesinde sabahleyin saat on sularında ansızın gözünü açıp “Hepsini isterim yâ Kibriyâ’!” diyerek dâr-ı bekâya irtihal eylemiştir.

Kabri, Süleymaniye Camii avlusunda Kânûnî Sultan Süleyman Türbesi’nin kıble tarafındadır.

Sözlerinden:

“Muhabbetin dört çeşidi vardır: Allah’ı sevmek, Allah’ın sevdiklerini sevmek, Allah için sevmek, Allah’la beraber sevebilmek.”

“Günahlardan kurtuluşun en süratli yolu, muhabbetullah ve cemalullah’a aşk ve şevk ile bağlanmadır. Bu ise çok ibadet etmek, istiğfar etmek, ölümü ve cehennem ateşini çok düşünmek, gecelerini ibadetle ihyâ etmek, mahlûkâta şefkat göstermek, hüsn-i zan beslemek, şehvet, kin ve kötü fikirlere karşı sabretmekle elde edilir.”

“Tarikatlerin muhtelif prensipleri, usulleri vardır. Ama bütün tarikatlerde müşterek olan husus, temel esas hizmettir. İnsan hizmet ettikçe himmete mazhar olur, izzet bulur ve saâdet-i dâreyne erer.”

Kaynak:

http://www.iskenderpasa.com/EFB62B73-6D7E-4809-90AB-B9A77107C077.aspx


İmâm-ı Rabbânî Kimdir?

Hicri 971 (Miladi 1564) yılında Hindistan’da Sirhind kasabasında doğdu.

Hadis, tefsir, akli ilimler okudu.

Öğrenimini tamamlayıp memleketine döndüğünde henüz on yedi yaşında idi.

Her türlü sapkın akımlara karşı Ehli Sünnet itikadını desteklediği için “hicri ikinci bin yılın yenileyicisi” ismiyle de anılır.

Mektûbat adıyla derlenen ve günümüze ulaşan eseri, halen gönüllerimize şifa dağıtmaya devam etmektedir.

Hind kıtasının tamamına hâkim olan Bâbürlü Hükümdarı Ekber Şah ve oğlu Cihangir Şah zamanında yaşadı.

Ekber Şahın babası Himyan, ilm-i meseleleri ulemaya havale eder, onların fetvasına göre hareket ederdi.

Ekber Şah ise çevresindekilerin tahrikiyle, kendinde ilahî bir güç olduğunu zannederek, iktidarının verdiği kuvvetle bütün dinleri (İslâmiyet, Hristiyanlık, Zerdüştlük, Hinduizm, Budizm gibi çeşitli dinleri birleştirerek) tek bir çatı altında toplayan yeni bir din kurabileceğini düşündü.

Ekber Şah zamanında bidat ehli gibi ehl-i küfür de her yerde sesini yükseltti. 

Ulemanın bir kısmının münzevi bir hayatı tercih etmesi sonucu, bütün dinleri tek çatı altında toplama projesinin üzerinden beş yıl geçtikten sonra, neredeyse İslam’dan eser kalmamıştı.

Umûmhaneler açıldı, faiz, kumar, içki serbest edildi, nikâhla alakalı ahkâm değiştirildi, inek kesmek yasaklandı.

İslam’ın haram dediği helal, helal dediği, haram kabul edildi.

Daha sonra, Ekber Şah’tan boşalan tahta oğlu Nureddin Cihangir oturdu, bu sırada İmam Rabbani 43 yaşındaydı.

İmam Rabbani, hakkındaki çeşitli şikâyetler nedeniyle saraya davet edilir.

O günkü adetlere göre, saraya girdiğinde Hükümdara secde etmesi gerekiyor idi.

Bu teklifi reddeder ve “şimdiye kadar Allah’tan başka kimseye secde etmedim, bundan sonra da asla etmeyeceğim.” der.

Bunun üzerine en ağır suçları işleyen mücrimlerin tutuklu olduğu Govalyar kalesine hapsedilir.

O, zindandaki sohbetleri ve oradan yazdığı mektuplarla, Müslümanın hayatında mazeret olamayacağını gösterir.

On binlerce Hindu onun sayesinde Müslüman olur, binlerce Müslüman tutuklu da onun sohbetleriyle tövbe eder.

Hz. Yusuf gibi zindanı medreseye çevirir.

Zindanda bir yıl kadar kaldıktan sonra oradan büyük bir şeref ve itibarla çıktı.

İslam’ı, hükümdar Cihangir Şah ve çevresindekilere de anlattı.

1624 yılında vefat etti.

İslam’ı kısa ve özlü bir şekilde anlatan şu sözü, ne kadar hayranlık uyandırıcıdır.

“İslam iç şeyden ibarettir. İlim, amel, ihlas”

Tasavvufun özü olan şeriattan kıl kadar ayrılmamanın ne demek olduğunu, yani “ibadetleri yapın, günahlardan uzak durun ve ahlakınızı güzelleştirin” sözlerinin ne anlama geldiğini yaşayarak göstermiştir.

Allah (cc) şefaatine cümlemizi nasip eylesin.


Şeyh Şamil Kimdir?

Şeyh Şamil denince nedense, aklıma uçan kuşlar geliyor.

Kuşlar iki kanatla uçuyor ya, aynen onun gibi, hem maddi hem manevi yönü olan bir yiğit insan.

1797 yılında Kafkasya Dağıstan’da dünyaya geldi.

15 yaşında at binip kılıç kuşandı.

Küçük yaşlardan itibaren "Tefsir, Hadis, Fıkıh" gibi dini ilimler yanında aynı zamanda "Tarih, Fen, Edebiyat" alanında da kendini yetiştirdi.

Yaşayan "derviş"

Nakşibendi Şeyhlerinden Mevlâna Hâlid el- Bağdâdî’den dersler aldı.

Politik, dini, tasavvufi önder.

25 sene boyunca devam eden Kafkasya-Rus savaşlarında, Rus ordularını perişan eden büyük bir kahraman.

Sadece dış düşmanlarla değil, hem içeride Rusya'nın mandasına girmek isteyen hainlerle hem de gafil Müslümanların şuurlanması için  mücadele ederek bir ömrünü geçirdi.

Bugünkü tabirle içteki ve dıştaki "küresel ve şeytani güçlere" karşı, çok kısıtlı imkânlara rağmen "özgürlük mücadelesi" vermiş, bir "tevhid mühendisi"

Zaferin sayıda değil iman gücünde olduğunu, lafla değil yaşayarak göstermiş.

Kendisine Rus Çarı tarafından teklif edilen “makam, mevki ve serveti” ret ederek, Resûlullah Efendimizin örnek ahlakını kendisine ilke edinmiş.

Allah’a olan güven ve teslimiyeti o kadar ileri bir mücahid ki;

Ahulgo tepesinde sayıları 10.000'i aşkın Rus ordusuna 3.000 adamıyla 80 günden fazla dayanmış ve en son yanında 100 kadar mücahid kalmıştı.

Çağının alet ve edevatları ile bıkmadan, usanmadan, yılmadan, şehit olmak için düşmanla mücadele ederken,

Müslümanların izzetini korumak için verdiği mücadele esnasında;

Bir kısım gafillerin annesini ikna ederek, Ruslara teslim olunması teklifine karşı, kendi koyduğu cezanın maddi kısmı olan 100 kırbaç cezasını, annesi yerine kendisine uygulatan,

Karısını, çocuğunu ve kız kardeşini bu uğurda feda etmiş bir Allah (cc) dostu.

Hac vazifesini yerine getirmek için gittiği Mekke'de, 74 yaşında, 1871 tarihinde Mevlana’nın tabiriyle;

“Öldüğüm gün tabutum yürüyünce, Bende bu dünya derdi var sanma” diyerek bu dünyadaki hapishaneden kurtulmuş ve Allah’a kavuşmuştur.

Şahsiyetli bir Müslüman olmanın, onur ve şerefini şu hikâye bize ne muhteşem anlatıyor.

Bir gün Rus Çarı esaret altındayken Şeyh Şamil'i yemek yemek için karşısına alır Şeyh Şamil'in iştahlı bir şekilde yemek yediğini görünce yanındakilere "Korkarım bu adam bizi de birazdan yer" diye söylenir. Şeyh Şamil bunu duyunca, "Korkmayın dinimizde domuz eti yemek haramdır" cevabını verir.

Bugünde İslâm dünyasının kurtuluşu için yeni "Şamillere" ihtiyaç var.

 

Prof. Dr. Mahmud Es'ad Coşan.

(Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Hocalarından)

21. asrı "Tevhid Asrı" olarak ilan etmiş, milenyum çağının Mürşidi Kâmili ile tanışmaya hazır mısınız?

Mutasavvıflara göre akıllı kimse o an neyi gerektiriyorsa, o işle meşgul olur ve onun hükmünce hareket eder.

Prof. Dr. Mahmud Es'ad Coşan’da hayatı boyunca buna uygun davranmış ve henüz bilgisayarların yaygın olmadığı 1990'lı yıllarda, "hanım şu bilgisayarı iyi öğrenelim, galiba ileride İslam'ı anlatmak bu yolla olacak diyerek, sadece yaşadığı çağa değil, 40-50 yıl sonrasına ışık tutmuştur."

Mahmud Esad Coşan, 1938 yılında Çanakkale'nin Ayvacık ilçesinin Ahmetçe köyünde doğdu.

Coşan'ın soyu anne-baba tarafından Buhara’dan Çanakkale'ye göç etmiş seyyidlere dayanır.

Hem Kur'an'ı Kerim hem de Hadis Hafızıdır.

Bunun yanında doğu dillerinden Arapça ve Farsçayı, batı dillerinden Almanca ve İngilizceyi bilmekteydi.

Tasavvuf, ilim ve aksiyonu şahsında birleştirerek örnek bir hayat sürmüştür.

Nakşi, Kadiri, Çeşti, Sühreverdi ve Kübrevi tarikatlerinden icazet almış, gönül ehli bir insan.

1980 darbesinden hemen sonra İslam, Kadın ve Aile, İlim ve Sanat ve Panzehir dergilerini çıkarmış, o yıllarda Üniversite senatosunun "sakalını kes" ihtarına karşı cesurca direnerek, 63 yıl ömür sürmüş gerçek bir Resûlullah aşığıdır.

İstanbul, Ankara, Konya ve Bursa'da hadis ve fıkıh enstitüleri açtırarak ilme verdiği önemi ortaya koymuştur.

Ak Radyo'yu kurdurarak İslam'ın daha geniş kitlelere ulaşmasını sağlamıştır.

Birçok uluslararası toplantı ve konferanslara katılarak, araştırma ve incelemelerde bulunmuş ve aynen Peygamber Efendimizin sahabeleri gibi, İslam'ı dünya çapında yaymaya çalışarak bir ömür geçirmiştir.

İskenderpaşa Camisi ve Ankara Özelif Camisinde verdiği Hadis Dersleri vasıtasıyla yüzbinlerce insanın manen yetişmesine katkıda bulunmuştur.

Şubat 2001 tarihinde, bir cami açılışı yapmak için Grifit şehrine giderken, Avustralya'da  geçirdiği trafik kazası sonucu vefat etti.

Allah şefaatine cümlemizi nasip eylesin.

Sizde onun hedef ve ideallerine sahip çıkarak birer küçük Mahmud Es'ad Coşan olabilirsiniz.

Merhumun güzel bir kaç sözü ile yazımızı bitirelim.

“Bizim hepimizin ana gayesi Allah’ın dinine hizmet etmektir.”

“Fatih’in devrinde yaşasa idik, surlara saldıran yeniçeri olacaktık.”

“Allah bizden şu an canımızı istemiyor, Allah bizden şu an mesaimizi istiyor, gayretimizi istiyor, tekniğimizi istiyor, basiretimizi istiyor, tefekkürümüzü istiyor, iş bilirliğimizi istiyor, iş yapabilme kabiliyetimizi istiyor.”

“İslâm’a hizmet her Müslümanın görevidir; sadece hocaların, müftülerin, vaizlerin, hafızların değil...”

“Her biriniz İslâm için, kendinizin dünyada kalmış tek adam olduğunuzu düşünün. Ama senin gibi aynı hedefe yürüyen başka insanlar varsa; onlarla da işbirliği yap!

“Bunalıma düşen asrımızı, çırpınan ruhsuz medeniyeti, şaşıran çılgın insanlığı, çalışırsak bizler kurtarabiliriz, reçete bizim elimizdedir.”

 

Ömer Bin Abdülaziz.

Deniz Feneri ile tanışmaya hazırlanın.

Emevi halifelerinin sekizincisi olan Ömer Bin Abdülaziz. (717-720)

Özbekistan’dan İspanya’ya kadar uzanan bugün 30 küsur devletin olduğu bir devleti yönetiyordu.

2,5 sene sonunda, devleti Efendimizin (sas) veda hutbesini okuduğu günlere taşıdı.

Hz Ömer’in idaresi nasıl ise, aynı idare sistemini kurdu.

İnsanlar yeniden Peygamber Efendimizin günlerine döndüklerini zannettiler.

Halife Ömer, saraydaki lüks eşyaları beytülmale koydurması, köle ve cariyeleri azat etmesi, halktan biri gibi yaşaması gibi uygulamalarıyla Emevilerin geleneksel saltanat görüntülerine son verdi.

Allah şefaatine ermeyi cümlemize nasip eylesin.

 

Mehmet Zahid Kotku kimdir?

Kendisine “Görünmeyen Üniversite” denirdi.

Şeyhin de müridin de dervişin de aslında ne olduğunu göstererek pırıl pırıl bir çağı haber veren, o büyük meşaleyi yakan insan.

Kerametleri saymakla bitmez, Allah (cc) dostu bir evliya.

Mütevazı anlamına gelen soy ismi, ömrünün özeti gibiydi.

Vefatından bir hafta önce, hacdan dönerken Medine’de şöyle söylemişti: “Dünyada her şey boş, para da boş, kitap da boş, dervişlik de boş, şöhret de boş. Mühim olan iyi bir kul olabilmektir. İnsan bunu seksen yaşından sonra anlıyor. Ne dervişlikte ne şeyhlikte iş yok. İş, Allah’ın rızasını kazanabilmekte. İş, Allah’a sevgili kul olabilmekte.”

Mehmed Zâhid Efendi (Rahmetullâhi Aleyh) 1897 yılında Bursa’da doğdu. Baba ve annesi Kafkasya’dan 1297’de göç eden Müslümanlardandır. Annesi Sabîre Hanım, Mehmed Zâhid Efendi (Rahmetullâhi Aleyh) 3 yaşlarında iken vefat etmiştir.

I. Dünya Savaşı başladığında henüz 17 yaşında taze bir delikanlı olan ve Bursa Sanat Mektebi'nde öğrenimini sürdüren Mehmet Zahit Hoca, eğitimini yarıda bırakarak askere gitti. 6 sene askerlik yapan ve düşmanla göğüs göğüse çarpışan Mehmet Zahit Efendi, savaş boyunca birçok imtihanla muhatap oldu. Hastalıklar, ölümler, yokluklar karşısında duruşuyla her zaman bir 'emsal' olan Mehmet Zahit Hoca, şimdiki gençlerin henüz kendini bilmediği yaşlarda birçok zorluğa tahammül etti.

Dönüşte, seyr-i sülûkunun yanı sıra ilim tahsilini sürdürdü. Beyazıd, Fatih ve Ayasofya Camii medreselerinde derslere devam etti ve bu esnada hafızlığını da ikmal etti.

27 yaşında hilafet nameyi almış, icazet aldığı kitapların derslerini Beyazıd, Fatih ve Ayasofya gibi camilerde sürdürmüştü.

Çeşitli camilerde görev yaptıktan sonra, 01.10.1958 tarihinde Fatih İskenderpaşa Camii Şerif’ine nakloldu ve vefatına kadar da bu vazifede kaldı.

İskenderpaşa Camii’nin onun hayatında müstesna bir yeri vardır. İskenderpaşa Camii denildiğinde akla Mehmed Zâhid Efendi (Rahmetullâhi Aleyh) gelir. Bu camide uzun yıllar vaaz ü nasihatlerde bulunmuş ve irşâd vazifesini îfâ etmiştir.

Sohbetleriyle pek çok kişinin hidayetine vesile olmuş, ilerleyen yıllarda ülkenin idare ve siyasetine yön veren şahsiyetlere ilham vermiştir.

Sohbetlerinde, güncel konulardan kültürel ve sosyal meselelere kadar birçok noktaya temas ederek halkı aydınlatmıştır.

Eşyalara ve olaylara, Peygamber (sav)’in baktığı gibi bakmayı öğretti. Türkiye’nin ekonomik bağımlılığının doğrudan kültürel bağımlılığa dönüşeceğini tane tane anlatıyordu. Kültürel bağımlılığın da fark edilmez bir çürümeyle sonuçlanacağını söylüyordu. Tüm bu sohbetleri şeyh postunda yapıyordu. Batıya tutsaklıktan kurtulmak adına Müslümanların kalkınması için birleşmelerini, ibadet gibi algılamalarını istiyordu. “Teşebbüsler, şirketleşerek yapılırsa daha kalıcı, daha güçlü, daha heybetli ve daha güzel olur” diyordu. Milli sanayinin kurulmasını öneren bir şeyh efendi düşünün işte.

Talebelerine makam, mevki ve para tutkunu olmanın tehlikelerini anlatan Mehmet Zahit Hoca, Necmettin Erbakan'dan Turgut Özal'a, Recai Kutan'dan Sabahattin Zaim'e kadar sayılamayacak kadar çok isme yol gösterdi.

Türkiye’nin ilk yerli motor fabrikasının kurulmasına öncülük eden bir şeyh efendi düşünün. Nasıl da bütün öğretilen o ‘din adamı’ imajlarını yerle bir ediyor değil mi? 1956 yılında hutbedeyken; “evde elime toplu iğne kutusu aldım, baktım yabancı malı… Daha bir iğne yapamayacak mıyız?“ demesi üzerine cemaat harekete geçmiş ve Erbakan Hoca’nın öncülüğünde, sonraları adı Pancar Motor’a dönüşecek olan Gümüş Motor Fabrikası kurulmuştu. Gümüş adı elbette Gümüşhanevi Tekkesi ’nden geliyordu.

Ömrünü hizmete adayan Mehmet Zahid Kotku Hazretleri, bugün de insanlığın önünü aydınlatmaya devam eden çok sayıda eser verdi. Bunlar; Tasavvufî Ahlâk (5 cild), Cennet Yolları, Mü’minlere Vaazlar (2 cild), Ehl-i Sünnet Akaidi, Ana Baba Hakları, Hadislerle Nasihatlar (2 cild), Nefsin Terbiyesi…

Vefatı: Mehmed Zâhid Efendi (Rahmetullâhi Aleyh) Haccı güçlükle ifadan sonra, 6 Kasım 1980’de çok ağır hasta olarak İstanbul’a döndü. Tam bir hafta sonra 13 Kasım 1980’de ahirete irtihal eyledi. İstanbul Süleymaniye Camii’nde Kanûnî Sultan Süleyman Türbesi arkasında medfûn bulunmaktadır.

Nasihatleri:

“Görmez misin ki, yağmur ne kadar çok yağarsa yağsın, tânecikleri hemen birleşir, toplanırlar. Derken dereler, nehirler meydana gelir. Netîcede bunlar barajları doldurur. Enerji santrallerini işletir, arâziyi sular, şehirlerin elektriğini temin ederler. Bu nîmet sâyesinde insanlar rahata kavuşur, işleri kolaylaşır. Bu ne büyük bahtiyarlıktır. Bundan ibret almalı, birlik ve berâberliğimizi temine çalışmalıyız. Tek tek hareket edersek, hepimiz helâk oluruz. Ne kadar dindâr olursan ol, birlik ve berâberliği her işin üstünde tutmadıkça, herkes kendi başına buyruk hareket ettikçe bir yere varılmaz.”

“Selâm sâdece iyi dilek ve temennîlerin sözle ifâde edilmesinden ibâret kuru bir görev değildir. Gerçekte selâm, yolda karşılaştığımız bir kardeşimizin ihtiyâcının var olup olmadığını, varsa bizimle giderilebilecek bir tarafının bulunup bulunmadığını, öğrenip elimizden geleni yaptıktan sonra yola devâm edip gitmektir.”

Onu daha yakından tanımak isteyenler için, sohbetleri her gün sabah ve akşam iki kere Akra FM’de “Ummandan İnciler” adlı proğram vasıtasıyla devam etmektedir.


Bediüzzaman Said Nursî Kimdir?

Risale-i Nur adlı tefsir külliyatının yazarı. 

1878 yılında Bitlis’te dünyaya geldi.

Normalde on beş yıl kadar süren klâsik medrese eğitimini üç aya sığdırdı.

Talebelik yıllarında temel İslami ilimlerle ilgili doksan kitabı ezberledi.

Şeyh Ahmed Ziyâüddîn Gümüşhânevî Hazretlerine bağlı olduğuna dair rivayetler var.

Kaynak:https://www.youtube.com/watch?v=u1c4JPmGtig

Yenilikçi, atak, cesur bir mizaca, son derece parlak bir zekâya ve güçlü bir hafızaya sahipti.

1899 yılında İngiliz Sömürgeler Bakanının bir sözü üzerine “Kur’ân’ın sönmez ve söndürülmez manevî bir güneş olduğunu ben dünyaya ispat edeceğim ve göstereceğim” der.

Bütün problemlerin cehaletten, ihtilâftan kaynaklandığını ve bunun için de eğitim alanında önemli ve yeni adımların atılması gerektiğini düşünüyordu.

Kahire’deki Ezher Üniversitesinden esinlenerek, Medresetüzzehra adını verdiği bir projeyi, Sultan Reşad’a açmış ve onun verdiği tahsisat ile, Van Gölü kıyısında "eğitim metodunu tamamen kendisinin hazırladığı medreseyi" 1913 yılında kurmuştur.

Esas hedefi, din ilimleri ile fen ilimlerinin birlikte öğrenileceği bir üniversiteyi Doğu Anadolu’da kurmaktı, fakat 1. Dünya Savaşı nedeniyle bu fikrini hayata geçiremedi.

Birinci Dünya Savaşı yıllarında, 1914 yılında Doğu cephesinde, gönüllü milis alayı komutanı iken, savaş esnasında 1916'da yaralanıp Ruslar'a esir düştü.

1917'deki Bolşevik İhtilali esnasındaki kargaşadan yararlanıp esaretten kurtuldu ve 1918 Haziranında İstanbul'a ulaştı.

Dönüşte Genelkurmay'ın kontenjanından, "Mehmet Akif Ersoy'unda sekreterliğini yaptığı" Osmanlı'nın en üst düzey dini danışma merkezinde 4 yıl görev yaptı.

İngilizlerin, İstanbul'u işgali yıllarında onların aleyhinde bir risale neşretti.

1922’de Ankara’ya giden Said Nursi için, Millet Meclisi’nde ‘hoş geldiniz’ töreni yapıldı.

Said Nursi 19 Ocak 1923’te Mecliste 10 maddelik bir bildiri yayınladı. 

Tek cümleyle özetlersek bildiri yöneticileri dine davet ediyordu.

Bu beyanname üzerine, Mecliste, Said Nursî ile M. Kemal arasında münakaşa cereyan eder. M. Kemal, Bediüzzaman’a şöyle der:

“Sizin gibi kahraman bir hoca bize lâzımdır. Sizi, yüksek fikirlerinizden istifade etmek için buraya çağırdık. Geldiniz, en evvel namaza dair şeyleri yazdınız, aramıza ihtilâf verdiniz.”

Bu sözlere Said Nursî şöyle cevap verdi.

“Paşa, paşa! İslâmiyet’te, imandan sonra en yüksek hakikat namazdır. Namaz kılmayan haindir. Hainin hükmü, Allah'ın rahmetinden uzak düşmesidir.”

Sonraki günlerde Said Nursî ve M. Kemal, bir araya gelerek konuşurlar.

Bediüzzaman, İslâm düşmanlarının arasında nam kazanmak emeliyle İslâm şeriatını tahrip etmenin bu millet ve İslâm alemi hakkında büyük zararlar doğuracağını; eğer bir inkılâp yapmak gerekiyorsa, doğrudan doğruya İslâm’a yönelip Kur’an’dan ilham almak icap ettiğini anlatır.

Bu görüşme sırasında M. Kemal, Bediüzzaman’a, Diyanet İşleri Başkanlığında bazı vazifeler verme teklifinde bulunur. Ancak Said Nursî bu teklifleri kabul etmez.

Öte yandan, yine aynı günlerde, Bediüzzaman, uzun zamandır peşinde koştuğu şark üniversitesi projesini Mecliste yine gündeme getirir ve 200 mebustan 163’ünün desteğini sağlayarak ödenek alır.

Ne var ki, kısa süre sonra Tevhid-i Tedrisat Kanunu çıkarılıp bütün medreselerin kapatılması üzerine, bu ödenek kararı da otomatikman yürürlükten kaldırılmış olur.

Hadiselerin gidişatını gören Bediüzzaman, Ankara’da kalıp yeni rejimle müşterek çalışmak istemez. Çünkü kurulan yeni devletin idarecileri çok farklı bir havadadırlar.

Kararını vermiştir. Artık inzivaya çekilecektir.

“Şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırım” diyerek 3 Mayıs 1923’te onu Van’a ve 'Yeni Said’e götürecek olan trene biner.

Böylece "Eski Said" dediği dönemi geride bırakacak, kendini dine ve fikirlerini yaymaya adayacaktır.

Şeyh Said isyanıyla bir ilgisi bulunmadığı halde birçok mazlum gibi Bediüzzaman da sürgün edilir.

Önce Burdur’a, ardından Barla’ya sürülür. Barla’da Risale-i Nur Külliyatı’nı telife başlar.

Eserleri ve fikirleri sebebiyle Eskişehir (1935), Denizli (1943), Afyon (1947) hapishanelerinde yattı. 

Fakat inançlarını yaşamaktan ve yazmaktan vazgeçmedi.

Tek başına bir mektep oldu.

1950 yılında çok partili hayata geçildiğinde dini hak ve hürriyetler genişledi. 

Bediüzzaman, bu dönemde eserlerini matbaalarda bastırdı.

Bediüzzaman ’ın 1878’den 1916 yılına kadar süren gençlik hayatının unvanı “Eski Said ”dir.

1916–1923 yılları arasındaki hayatı, Eski Said’den Yeni Said’e “geçiş dönemi ”dir.

1923’ten 1949’da Afyon Mahkemesi’nden tahliyeye kadar süren Risale-i Nur’un telif edildiği dönemin unvanı ise “Yeni Said “dir.

Eski Said, daha ziyade akli gidiyordu, Yeni Said ise ilhama da mazhardır, akıl-kalp ittifakıyla hareket eder.

Said Nursi, 23 Mart 1960 tarihinde 82 yaşında Şanlıurfa'da vefat etti.

Naaşı Halilürrahman Dergâhı'nda kendisine ayrılan yere defnedildi.

Ancak iki ay sonra 27 Mayıs 1960'da bir askerî darbe oldu. Millî Birlik Komitesi hükümeti Bediüzzaman'ın kabrinin nakledilmesine karar verdi.

12 Temmuz 1960 günü mezarı Urfa'daki yerinden alınarak bilinmeyen bir yere götürüldü.

 

 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

ÇOCUKLARIMIZA KAZANDIRABİLECEĞİMİZ GÜZEL HUYLAR. 32. Bölüm

Empati. Konuyla İlgili Hikâye. Bir ülkenin kralı en sevdiği atını kaybetmiş ve bu yüzden çok üzülmektedir. Atı bir türlü bulamadığı için ortaya bir ödül koyar. Herkes ödülü kazanmak için koşar gelir ama kimse atı bulamaz. Çobanın biri kralın huzuruna çıkar ve atı bulacağını söyler. Kral buna inanmaz. Ülkenin en akıllı kişileri atı bulamadı da bu budala mı bulacak? Çoban atı aramak için kraldan izin ister. Kral çobana peki öyleyse ara bakalım der. Çoban birkaç saat içinde atı bulur ve saraya getirir. Kral bu duruma çok şaşırır. Çobana atı nasıl bulduğunu sorar. Çoban “Çok kolay oldu hükümdarım. Kendimi atın yerine koydum, bir at olsam nereye gideceğimi düşündüm ve onu hemen buldum” Çobanın cevabı kralın çok hoşuna gider ve ödülün çobana verilmesini emreder. Konuyla İlgili Videoyu İzlemek İçin Lütfen Aşağıdaki Linki Tıklayınız. https://www.youtube.com/watch?v=Wmr6GqrFF-Y

ÇOCUKLARIMIZA KAZANDIRABİLECEĞİMİZ GÜZEL HUYLAR. 33. Bölüm

Yalancının Mumu Yatsıya Kadar Yanar. Konuyla İlgili Hikâye. İstanbul’daki Fatih Medresesi’nin her odasında dört beş talebe beraber kalırmış. Bu talebeler memleketlerinden getirdikleri fasulye, bulgur, mercimek, nohut vesaireyi beraber pişirirler, beraber yerler ve her hafta içlerinden birisi nöbet tutarak bu işleri yaparlarmış. Geceleri ders çalışmak için yaktıkları mumların parasını da aralarında toplayıp, o haftaki nöbetçi talebeye verirlermiş. Bu talebelerden birisi çok açıkgözmüş. Her gece şamdanların dibinde kalan kırıntı mumları toplar, eritir ve onlardan uydurma bir mum yaparak parayı cebine indirirmiş. Fakat onun yaptığı mum, yeni mumlar gibi uzun müddet odayı aydınlatamaz, erkenden sönermiş. İşin farkına varan arkadaşları, bir gece yine yatsı namazından sonra karanlıkta kalınca, hesap sormaya başlarlar: – Biz sana para verdik, ne diye mum almadın? – Aldım işte, ne yapayım mumlar küçülmüş, bu kadar yanıyor. İçlerinden birisi: – Tabii o kada...

ÇOCUKLARIMIZA KAZANDIRABİLECEĞİMİZ GÜZEL HUYLAR. 18. Bölüm

Çalışkanlık. Konuyla İlgili Hikâye. Bir gün Peygamberimiz ve arkadaşları bir yere gidiyordu. Yol kenarında oturmuş, bomboş duran birini gördüler. Peygamberimiz adamın yanından geçerken bomboş duran adama baktı ama selâm vermeden yoluna devam etti. Peygamberimizin arkadaşları bu olaya hayret ettiler. Çünkü Peygamberimiz herkese selâm verirdi. Ama bu adama selâm vermemişti. Gittikleri yerdeki işlerini bitirdikten sonra aynı yoldan dönüyorlardı. Bu sefer adam, aynı yerde eline bir çöp almış, toprağı karıştırıyordu. Peygamberimiz adamın hizasına gelince bu defa adama dönüp tebessümle baktı ve: - “Esselâmü aleyküm...” diye selâm verdi. Peygamberimizin arkadaşları, bu olaya şaşırdılar. İçlerinden biri: - “Ey Allah’ın elçisi, buradan biraz önce geçtik. Oturan adama baktınız ama selâm vermediniz. Şimdi ise tebessümle bakıp selâm verdiniz. Bunun sebebi nedir?” diye sordu. Sevgili Peygamberimiz: - “Biraz önce buradan geçerken adam oturmuş bomboş bekliyordu. Onun için se...