Hayatınıza Işık
Tutacak 40 Gönül Dostunun Kısa Hayat Hikâyeleri.
Ahmed
Ziyâüddîn-i Gümüşhânevî (ks.)
Alfabetik sıraya göre yazmış
olduğu Râmûzü’l-ehâdîs adlı hadis kitabı ile beynelmilel şöhrete sahip, meşhur bir
İslâm alimi.
Gerçek bir âbid ve zâhid.
Gümüşhânevî
hazretleri az yemek, az uyumak ve az konuşmak gibi prensipleri içeren zühd ve
takvâ dolu bir hayatı benimsemişti.
Misafirsiz
sofraya oturmazdı.
Bütün
nafile oruçları tutardı.
Şöhret ve şatafata kapılmamış,
İlm-i zâhiri ve ilm-i bâtını,
Tasavvufu ve şeriati beraber götürmüş,
Ondokuzuncu yüzyıl gibi Osmanlı Devleti’nin çalkantılı, buhranlı bir devrinde ömür sürmüştür.
Tarikat anlayışı, tekkesi, irşat hususiyeti, bir milyondan fazla müridi, padişahlar nezdindeki nüfuzu, tasavvuf, fıkıh ve hadise dair eserleri ve dünyanın çeşitli bölgelerine gönderdiği 116 halifesiyle,
Günümüzde de halen canlılığını muhafaza eden bir tesir ve şöhrete sahiptir.
H:1228 / M:1813
senesinde Gümüşhane’nin Emirler Mahallesi’nde dünyaya gelmiştir.
Beş
yaşında Kur’ân-ı Kerîm’i hatmeder, sekiz yaşına geldiğinde ise Kasâid, Delâil-i Hayrât
ve Hizb-i A’zâm adlı eserleri hatmedip icazet alır.
18
yaşlarına geldiğinde ticari alışveriş için amcasıyla İstanbul’a geldiğinde,
babasının daha öncesinde kendisine vermiş olduğu söze istinaden,
“Yardımcı
ve dost olarak Allah bana yeter.” diyerek, Rabbi’ne tam bir teslimiyet ve tevekkül
duygusu içinde Bayezid Medresesi’nde ilim tahsili için kalmaya karar verir.
Kalemi
ve kelâmıyla mücadele veren Gümüşhânevî, yeri gelince kılıca ve silaha
sarılmayı da bilmiş, 93 Harbi diye bilinen Osmanlı-Rus savaşlarına iştirak
ederek cephede bizzat çarpışmıştır.
Toplumun
her türlü ihtiyacına cevap verme gayreti içinde olan Ahmed Ziyâüddin
hazretleri, o devirde yeni kurulmaya başlanan ve "faizle çalışan bankalara bir
alternatif olarak" müntesiplerinin ellerinde bulunan menkul kıymetleri bir
araya getirerek "yardım ve borç sandığı" kurdurmuştur.
Gümüşhânevî’nin
toplum hayatına, insanlara hizmet etmeye, sosyal faaliyetlere bu derece önem
vermesi, biraz da müntesibi bulunduğu tarikatin hususiyetinden
kaynaklanmaktadır.
Nakşibendî
Tarikati, irşat faaliyetinde halkın içine karışmayı ve insanlara hizmeti ön
planda tutan “halk içinde Hak ile beraber olmak” gibi önemli bir anlayışa
sahiptir.
Gümüşhânevî
(ks.), tekkesinde kurduğu yardımlaşma ve yatırım sandığında biriken sermaye ile
büyükçe bir matbaa satın alarak, ilmî eserlerin ilim erbabına bedelsiz ve
hediye usûlü dağıtılarak, ilmin daha verimli ve yaygın hale getirilmesine
gayret göstermişti.
Aynı
sermayeden tahsis edilen ödenek ile İstanbul, Bayburt, Rize ve Of’ta 18 bin
ciltlik dört ayrı kütüphane tesis edilerek ilmin Anadolu’da da yayılması temin
edilmeye çalışılmıştır.
Gümüşhânevî
hazretleri, 7 Zilkâde 1311 / 13 Mayıs 1893 senesinde sabahleyin saat on sularında
ansızın gözünü açıp “Hepsini isterim yâ Kibriyâ’!” diyerek dâr-ı bekâya irtihal
eylemiştir.
Kabri,
Süleymaniye Camii avlusunda Kânûnî Sultan Süleyman Türbesi’nin kıble
tarafındadır.
Sözlerinden:
“Muhabbetin
dört çeşidi vardır: Allah’ı sevmek, Allah’ın sevdiklerini sevmek, Allah için
sevmek, Allah’la beraber sevebilmek.”
“Günahlardan
kurtuluşun en süratli yolu, muhabbetullah ve cemalullah’a aşk ve şevk ile
bağlanmadır. Bu ise çok ibadet etmek, istiğfar etmek, ölümü ve cehennem ateşini
çok düşünmek, gecelerini ibadetle ihyâ etmek, mahlûkâta şefkat göstermek,
hüsn-i zan beslemek, şehvet, kin ve kötü fikirlere karşı sabretmekle elde
edilir.”
“Tarikatlerin
muhtelif prensipleri, usulleri vardır. Ama bütün tarikatlerde müşterek olan
husus, temel esas hizmettir. İnsan hizmet ettikçe himmete mazhar olur, izzet
bulur ve saâdet-i dâreyne erer.”
Kaynak:
http://www.iskenderpasa.com/EFB62B73-6D7E-4809-90AB-B9A77107C077.aspx
İmâm-ı Rabbânî Kimdir?
Hicri 971 (Miladi 1564) yılında
Hindistan’da Sirhind kasabasında doğdu.
Hadis, tefsir, akli ilimler okudu.
Öğrenimini tamamlayıp memleketine
döndüğünde henüz on yedi yaşında idi.
Her türlü sapkın akımlara karşı Ehli
Sünnet itikadını desteklediği için “hicri ikinci bin yılın
yenileyicisi” ismiyle de anılır.
Mektûbat adıyla derlenen ve günümüze
ulaşan eseri, halen gönüllerimize şifa dağıtmaya devam etmektedir.
Hind kıtasının tamamına hâkim olan Bâbürlü
Hükümdarı Ekber Şah ve oğlu Cihangir Şah zamanında yaşadı.
Ekber Şahın babası Himyan, ilm-i
meseleleri ulemaya havale eder, onların fetvasına göre hareket ederdi.
Ekber Şah ise çevresindekilerin
tahrikiyle, kendinde ilahî bir güç olduğunu zannederek, iktidarının verdiği
kuvvetle bütün dinleri (İslâmiyet, Hristiyanlık, Zerdüştlük, Hinduizm, Budizm
gibi çeşitli dinleri birleştirerek) tek bir çatı altında toplayan yeni bir din
kurabileceğini düşündü.
Ekber Şah zamanında bidat ehli gibi ehl-i
küfür de her yerde sesini yükseltti.
Ulemanın bir kısmının münzevi bir hayatı
tercih etmesi sonucu, bütün dinleri tek çatı altında toplama projesinin
üzerinden beş yıl geçtikten sonra, neredeyse İslam’dan eser kalmamıştı.
Umûmhaneler açıldı, faiz, kumar, içki
serbest edildi, nikâhla alakalı ahkâm değiştirildi, inek kesmek yasaklandı.
İslam’ın haram dediği helal, helal dediği,
haram kabul edildi.
Daha sonra, Ekber Şah’tan boşalan tahta
oğlu Nureddin Cihangir oturdu, bu sırada İmam Rabbani 43 yaşındaydı.
İmam Rabbani, hakkındaki çeşitli
şikâyetler nedeniyle saraya davet edilir.
O günkü adetlere göre, saraya girdiğinde
Hükümdara secde etmesi gerekiyor idi.
Bu teklifi reddeder ve “şimdiye kadar
Allah’tan başka kimseye secde etmedim, bundan sonra da asla etmeyeceğim.” der.
Bunun üzerine en ağır suçları işleyen
mücrimlerin tutuklu olduğu Govalyar kalesine hapsedilir.
O, zindandaki sohbetleri ve oradan yazdığı
mektuplarla, Müslümanın hayatında mazeret olamayacağını gösterir.
On binlerce Hindu onun sayesinde Müslüman
olur, binlerce Müslüman tutuklu da onun sohbetleriyle tövbe eder.
Hz. Yusuf gibi zindanı medreseye çevirir.
Zindanda bir yıl kadar kaldıktan sonra
oradan büyük bir şeref ve itibarla çıktı.
İslam’ı, hükümdar Cihangir Şah ve
çevresindekilere de anlattı.
1624 yılında vefat etti.
İslam’ı kısa ve özlü bir şekilde anlatan
şu sözü, ne kadar hayranlık uyandırıcıdır.
“İslam iç şeyden ibarettir. İlim, amel,
ihlas”
Tasavvufun özü olan şeriattan
kıl kadar ayrılmamanın ne demek olduğunu, yani “ibadetleri yapın, günahlardan
uzak durun ve ahlakınızı güzelleştirin” sözlerinin ne anlama geldiğini yaşayarak
göstermiştir.
Allah (cc) şefaatine cümlemizi nasip
eylesin.
Şeyh Şamil
Kimdir?
Şeyh Şamil denince nedense,
aklıma uçan kuşlar geliyor.
Kuşlar iki kanatla uçuyor ya,
aynen onun gibi, hem maddi hem manevi yönü olan bir yiğit insan.
1797 yılında Kafkasya
Dağıstan’da dünyaya geldi.
15 yaşında at binip kılıç
kuşandı.
Küçük yaşlardan itibaren
"Tefsir, Hadis, Fıkıh" gibi dini ilimler yanında aynı zamanda
"Tarih, Fen, Edebiyat" alanında da kendini yetiştirdi.
Yaşayan "derviş"
Nakşibendi Şeyhlerinden
Mevlâna Hâlid el- Bağdâdî’den dersler aldı.
Politik, dini, tasavvufi
önder.
25 sene boyunca devam eden
Kafkasya-Rus savaşlarında, Rus ordularını perişan eden büyük bir kahraman.
Sadece dış düşmanlarla değil,
hem içeride Rusya'nın mandasına girmek isteyen hainlerle hem de gafil
Müslümanların şuurlanması için mücadele
ederek bir ömrünü geçirdi.
Bugünkü tabirle içteki ve
dıştaki "küresel ve şeytani güçlere" karşı, çok kısıtlı imkânlara
rağmen "özgürlük mücadelesi" vermiş, bir "tevhid mühendisi"
Zaferin sayıda değil iman
gücünde olduğunu, lafla değil yaşayarak göstermiş.
Kendisine Rus Çarı tarafından
teklif edilen “makam, mevki ve serveti” ret ederek, Resûlullah Efendimizin
örnek ahlakını kendisine ilke edinmiş.
Allah’a olan güven ve
teslimiyeti o kadar ileri bir mücahid ki;
Ahulgo tepesinde sayıları
10.000'i aşkın Rus ordusuna 3.000 adamıyla 80 günden fazla dayanmış ve en son
yanında 100 kadar mücahid kalmıştı.
Çağının alet ve edevatları ile
bıkmadan, usanmadan, yılmadan, şehit olmak için düşmanla mücadele ederken,
Müslümanların izzetini korumak
için verdiği mücadele esnasında;
Bir kısım gafillerin annesini
ikna ederek, Ruslara teslim olunması teklifine karşı, kendi koyduğu cezanın
maddi kısmı olan 100 kırbaç cezasını, annesi yerine kendisine uygulatan,
Karısını, çocuğunu ve kız
kardeşini bu uğurda feda etmiş bir Allah (cc) dostu.
Hac vazifesini yerine getirmek
için gittiği Mekke'de, 74 yaşında, 1871 tarihinde Mevlana’nın tabiriyle;
“Öldüğüm gün tabutum
yürüyünce, Bende bu dünya derdi var sanma” diyerek bu dünyadaki hapishaneden
kurtulmuş ve Allah’a kavuşmuştur.
Şahsiyetli bir Müslüman
olmanın, onur ve şerefini şu hikâye bize ne muhteşem anlatıyor.
Bir gün Rus Çarı esaret
altındayken Şeyh Şamil'i yemek yemek için karşısına alır Şeyh Şamil'in iştahlı
bir şekilde yemek yediğini görünce yanındakilere "Korkarım bu adam bizi de
birazdan yer" diye söylenir. Şeyh Şamil bunu duyunca, "Korkmayın
dinimizde domuz eti yemek haramdır" cevabını verir.
Bugünde İslâm dünyasının
kurtuluşu için yeni "Şamillere" ihtiyaç var.
Prof. Dr. Mahmud
Es'ad Coşan.
(Ankara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Hocalarından)
21. asrı "Tevhid
Asrı" olarak ilan etmiş, milenyum çağının Mürşidi Kâmili ile tanışmaya
hazır mısınız?
Mutasavvıflara göre akıllı
kimse o an neyi gerektiriyorsa, o işle meşgul olur ve onun hükmünce hareket
eder.
Prof. Dr. Mahmud Es'ad
Coşan’da hayatı boyunca buna uygun davranmış ve henüz bilgisayarların yaygın
olmadığı 1990'lı yıllarda, "hanım şu bilgisayarı iyi öğrenelim, galiba
ileride İslam'ı anlatmak bu yolla olacak diyerek, sadece yaşadığı çağa değil,
40-50 yıl sonrasına ışık tutmuştur."
Mahmud Esad Coşan, 1938
yılında Çanakkale'nin Ayvacık ilçesinin Ahmetçe köyünde doğdu.
Coşan'ın soyu anne-baba
tarafından Buhara’dan Çanakkale'ye göç etmiş seyyidlere dayanır.
Hem Kur'an'ı Kerim hem de
Hadis Hafızıdır.
Bunun yanında doğu dillerinden
Arapça ve Farsçayı, batı dillerinden Almanca ve İngilizceyi bilmekteydi.
Tasavvuf, ilim ve aksiyonu
şahsında birleştirerek örnek bir hayat sürmüştür.
Nakşi, Kadiri, Çeşti,
Sühreverdi ve Kübrevi tarikatlerinden icazet almış, gönül ehli bir insan.
1980 darbesinden hemen sonra
İslam, Kadın ve Aile, İlim ve Sanat ve Panzehir dergilerini çıkarmış, o
yıllarda Üniversite senatosunun "sakalını kes" ihtarına karşı cesurca
direnerek, 63 yıl ömür sürmüş gerçek bir Resûlullah aşığıdır.
İstanbul, Ankara, Konya ve
Bursa'da hadis ve fıkıh enstitüleri açtırarak ilme verdiği önemi ortaya
koymuştur.
Ak Radyo'yu kurdurarak
İslam'ın daha geniş kitlelere ulaşmasını sağlamıştır.
Birçok uluslararası toplantı
ve konferanslara katılarak, araştırma ve incelemelerde bulunmuş ve aynen
Peygamber Efendimizin sahabeleri gibi, İslam'ı dünya çapında yaymaya çalışarak
bir ömür geçirmiştir.
İskenderpaşa Camisi ve Ankara
Özelif Camisinde verdiği Hadis Dersleri vasıtasıyla yüzbinlerce insanın manen
yetişmesine katkıda bulunmuştur.
Şubat 2001 tarihinde, bir cami
açılışı yapmak için Grifit şehrine giderken, Avustralya'da geçirdiği trafik kazası sonucu vefat etti.
Allah şefaatine cümlemizi
nasip eylesin.
Sizde onun hedef ve
ideallerine sahip çıkarak birer küçük Mahmud Es'ad Coşan olabilirsiniz.
Merhumun güzel bir kaç sözü
ile yazımızı bitirelim.
“Bizim hepimizin ana gayesi
Allah’ın dinine hizmet etmektir.”
“Fatih’in devrinde yaşasa
idik, surlara saldıran yeniçeri olacaktık.”
“Allah bizden şu an canımızı
istemiyor, Allah bizden şu an mesaimizi istiyor, gayretimizi istiyor,
tekniğimizi istiyor, basiretimizi istiyor, tefekkürümüzü istiyor, iş
bilirliğimizi istiyor, iş yapabilme kabiliyetimizi istiyor.”
“İslâm’a hizmet her Müslümanın
görevidir; sadece hocaların, müftülerin, vaizlerin, hafızların değil...”
“Her biriniz İslâm için,
kendinizin dünyada kalmış tek adam olduğunuzu düşünün. Ama senin gibi aynı
hedefe yürüyen başka insanlar varsa; onlarla da işbirliği yap!
“Bunalıma düşen asrımızı,
çırpınan ruhsuz medeniyeti, şaşıran çılgın insanlığı, çalışırsak bizler
kurtarabiliriz, reçete bizim elimizdedir.”
Ömer Bin Abdülaziz.
Deniz Feneri ile tanışmaya
hazırlanın.
Emevi halifelerinin
sekizincisi olan Ömer Bin Abdülaziz. (717-720)
Özbekistan’dan İspanya’ya
kadar uzanan bugün 30 küsur devletin olduğu bir devleti yönetiyordu.
2,5 sene sonunda, devleti
Efendimizin (sas) veda hutbesini okuduğu günlere taşıdı.
Hz Ömer’in idaresi nasıl ise,
aynı idare sistemini kurdu.
İnsanlar yeniden Peygamber
Efendimizin günlerine döndüklerini zannettiler.
Halife Ömer, saraydaki lüks
eşyaları beytülmale koydurması, köle ve cariyeleri azat etmesi, halktan biri
gibi yaşaması gibi uygulamalarıyla Emevilerin geleneksel saltanat görüntülerine
son verdi.
Allah şefaatine ermeyi
cümlemize nasip eylesin.
Mehmet Zahid
Kotku kimdir?
Kendisine “Görünmeyen
Üniversite” denirdi.
Şeyhin de müridin de dervişin
de aslında ne olduğunu göstererek pırıl pırıl bir çağı haber veren, o büyük
meşaleyi yakan insan.
Kerametleri saymakla bitmez,
Allah (cc) dostu bir evliya.
Mütevazı anlamına gelen soy ismi,
ömrünün özeti gibiydi.
Vefatından bir hafta önce, hacdan
dönerken Medine’de şöyle söylemişti: “Dünyada her şey boş, para da boş, kitap
da boş, dervişlik de boş, şöhret de boş. Mühim olan iyi bir kul olabilmektir.
İnsan bunu seksen yaşından sonra anlıyor. Ne dervişlikte ne şeyhlikte iş yok.
İş, Allah’ın rızasını kazanabilmekte. İş, Allah’a sevgili kul olabilmekte.”
Mehmed Zâhid Efendi
(Rahmetullâhi Aleyh) 1897 yılında Bursa’da doğdu. Baba ve annesi Kafkasya’dan
1297’de göç eden Müslümanlardandır. Annesi Sabîre Hanım, Mehmed Zâhid Efendi
(Rahmetullâhi Aleyh) 3 yaşlarında iken vefat etmiştir.
I. Dünya Savaşı başladığında
henüz 17 yaşında taze bir delikanlı olan ve Bursa Sanat Mektebi'nde öğrenimini
sürdüren Mehmet Zahit Hoca, eğitimini yarıda bırakarak askere gitti. 6 sene
askerlik yapan ve düşmanla göğüs göğüse çarpışan Mehmet Zahit Efendi, savaş
boyunca birçok imtihanla muhatap oldu. Hastalıklar, ölümler, yokluklar
karşısında duruşuyla her zaman bir 'emsal' olan Mehmet Zahit Hoca, şimdiki
gençlerin henüz kendini bilmediği yaşlarda birçok zorluğa tahammül etti.
Dönüşte, seyr-i sülûkunun yanı
sıra ilim tahsilini sürdürdü. Beyazıd, Fatih ve Ayasofya Camii medreselerinde
derslere devam etti ve bu esnada hafızlığını da ikmal etti.
27 yaşında hilafet nameyi
almış, icazet aldığı kitapların derslerini Beyazıd, Fatih ve Ayasofya gibi
camilerde sürdürmüştü.
Çeşitli camilerde görev
yaptıktan sonra, 01.10.1958 tarihinde Fatih İskenderpaşa Camii Şerif’ine
nakloldu ve vefatına kadar da bu vazifede kaldı.
İskenderpaşa Camii’nin onun
hayatında müstesna bir yeri vardır. İskenderpaşa Camii denildiğinde akla Mehmed
Zâhid Efendi (Rahmetullâhi Aleyh) gelir. Bu camide uzun yıllar vaaz ü
nasihatlerde bulunmuş ve irşâd vazifesini îfâ etmiştir.
Sohbetleriyle pek çok kişinin
hidayetine vesile olmuş, ilerleyen yıllarda ülkenin idare ve siyasetine yön
veren şahsiyetlere ilham vermiştir.
Sohbetlerinde, güncel
konulardan kültürel ve sosyal meselelere kadar birçok noktaya temas ederek
halkı aydınlatmıştır.
Eşyalara ve olaylara,
Peygamber (sav)’in baktığı gibi bakmayı öğretti. Türkiye’nin ekonomik
bağımlılığının doğrudan kültürel bağımlılığa dönüşeceğini tane tane
anlatıyordu. Kültürel bağımlılığın da fark edilmez bir çürümeyle
sonuçlanacağını söylüyordu. Tüm bu sohbetleri şeyh postunda yapıyordu. Batıya
tutsaklıktan kurtulmak adına Müslümanların kalkınması için birleşmelerini, ibadet
gibi algılamalarını istiyordu. “Teşebbüsler, şirketleşerek yapılırsa daha
kalıcı, daha güçlü, daha heybetli ve daha güzel olur” diyordu. Milli sanayinin
kurulmasını öneren bir şeyh efendi düşünün işte.
Talebelerine makam, mevki ve
para tutkunu olmanın tehlikelerini anlatan Mehmet Zahit Hoca, Necmettin
Erbakan'dan Turgut Özal'a, Recai Kutan'dan Sabahattin Zaim'e kadar
sayılamayacak kadar çok isme yol gösterdi.
Türkiye’nin ilk yerli motor
fabrikasının kurulmasına öncülük eden bir şeyh efendi düşünün. Nasıl da bütün
öğretilen o ‘din adamı’ imajlarını yerle bir ediyor değil mi? 1956 yılında
hutbedeyken; “evde elime toplu iğne kutusu aldım, baktım yabancı malı… Daha bir
iğne yapamayacak mıyız?“ demesi üzerine cemaat harekete geçmiş ve Erbakan
Hoca’nın öncülüğünde, sonraları adı Pancar Motor’a dönüşecek olan Gümüş Motor
Fabrikası kurulmuştu. Gümüş adı elbette Gümüşhanevi Tekkesi ’nden geliyordu.
Ömrünü hizmete adayan Mehmet
Zahid Kotku Hazretleri, bugün de insanlığın önünü aydınlatmaya devam eden çok
sayıda eser verdi. Bunlar; Tasavvufî Ahlâk (5 cild), Cennet Yolları, Mü’minlere
Vaazlar (2 cild), Ehl-i Sünnet Akaidi, Ana Baba Hakları, Hadislerle Nasihatlar
(2 cild), Nefsin Terbiyesi…
Vefatı: Mehmed Zâhid Efendi
(Rahmetullâhi Aleyh) Haccı güçlükle ifadan sonra, 6 Kasım 1980’de çok ağır
hasta olarak İstanbul’a döndü. Tam bir hafta sonra 13 Kasım 1980’de ahirete
irtihal eyledi. İstanbul Süleymaniye Camii’nde Kanûnî Sultan Süleyman Türbesi
arkasında medfûn bulunmaktadır.
Nasihatleri:
“Görmez misin ki, yağmur ne kadar
çok yağarsa yağsın, tânecikleri hemen birleşir, toplanırlar. Derken dereler,
nehirler meydana gelir. Netîcede bunlar barajları doldurur. Enerji
santrallerini işletir, arâziyi sular, şehirlerin elektriğini temin ederler. Bu
nîmet sâyesinde insanlar rahata kavuşur, işleri kolaylaşır. Bu ne büyük
bahtiyarlıktır. Bundan ibret almalı, birlik ve berâberliğimizi temine
çalışmalıyız. Tek tek hareket edersek, hepimiz helâk oluruz. Ne kadar dindâr
olursan ol, birlik ve berâberliği her işin üstünde tutmadıkça, herkes kendi
başına buyruk hareket ettikçe bir yere varılmaz.”
“Selâm sâdece iyi dilek ve
temennîlerin sözle ifâde edilmesinden ibâret kuru bir görev değildir. Gerçekte
selâm, yolda karşılaştığımız bir kardeşimizin ihtiyâcının var olup olmadığını,
varsa bizimle giderilebilecek bir tarafının bulunup bulunmadığını, öğrenip
elimizden geleni yaptıktan sonra yola devâm edip gitmektir.”
Onu daha yakından tanımak
isteyenler için, sohbetleri her gün sabah ve akşam iki kere Akra FM’de
“Ummandan İnciler” adlı proğram vasıtasıyla devam etmektedir.
Bediüzzaman Said Nursî Kimdir?
Risale-i Nur adlı tefsir külliyatının yazarı.
1878 yılında Bitlis’te dünyaya geldi.
Normalde on beş yıl kadar süren klâsik medrese eğitimini üç aya sığdırdı.
Talebelik yıllarında temel İslami ilimlerle ilgili doksan kitabı ezberledi.
Şeyh Ahmed Ziyâüddîn Gümüşhânevî Hazretlerine bağlı olduğuna dair rivayetler var.
Kaynak:https://www.youtube.com/watch?v=u1c4JPmGtig
Yenilikçi, atak, cesur bir mizaca, son derece parlak bir zekâya ve güçlü bir hafızaya sahipti.
1899 yılında İngiliz Sömürgeler Bakanının bir sözü üzerine “Kur’ân’ın sönmez ve söndürülmez manevî bir güneş olduğunu ben dünyaya ispat edeceğim ve göstereceğim” der.
Bütün problemlerin cehaletten, ihtilâftan kaynaklandığını ve bunun için de eğitim alanında önemli ve yeni adımların atılması gerektiğini düşünüyordu.
Kahire’deki Ezher Üniversitesinden esinlenerek, Medresetüzzehra adını verdiği bir projeyi, Sultan Reşad’a açmış ve onun verdiği tahsisat ile, Van Gölü kıyısında "eğitim metodunu tamamen kendisinin hazırladığı medreseyi" 1913 yılında kurmuştur.
Esas hedefi, din ilimleri ile fen ilimlerinin birlikte öğrenileceği bir üniversiteyi Doğu Anadolu’da kurmaktı, fakat 1. Dünya Savaşı nedeniyle bu fikrini hayata geçiremedi.
Birinci Dünya Savaşı yıllarında, 1914 yılında Doğu cephesinde, gönüllü milis alayı komutanı iken, savaş esnasında 1916'da yaralanıp Ruslar'a esir düştü.
1917'deki Bolşevik İhtilali esnasındaki kargaşadan yararlanıp esaretten kurtuldu ve 1918 Haziranında İstanbul'a ulaştı.
Dönüşte Genelkurmay'ın kontenjanından, "Mehmet Akif Ersoy'unda sekreterliğini yaptığı" Osmanlı'nın en üst düzey dini danışma merkezinde 4 yıl görev yaptı.
İngilizlerin, İstanbul'u işgali yıllarında onların aleyhinde bir risale neşretti.
1922’de Ankara’ya giden Said Nursi için, Millet Meclisi’nde ‘hoş geldiniz’ töreni yapıldı.
Said Nursi 19 Ocak 1923’te Mecliste 10 maddelik bir bildiri yayınladı.
Tek cümleyle özetlersek bildiri yöneticileri dine davet ediyordu.
Bu beyanname üzerine, Mecliste, Said Nursî ile M. Kemal arasında münakaşa cereyan eder. M. Kemal, Bediüzzaman’a şöyle der:
“Sizin gibi kahraman bir hoca bize lâzımdır. Sizi, yüksek fikirlerinizden istifade etmek için buraya çağırdık. Geldiniz, en evvel namaza dair şeyleri yazdınız, aramıza ihtilâf verdiniz.”
Bu sözlere Said Nursî şöyle cevap verdi.
“Paşa, paşa! İslâmiyet’te, imandan sonra en yüksek hakikat namazdır. Namaz kılmayan haindir. Hainin hükmü, Allah'ın rahmetinden uzak düşmesidir.”
Sonraki günlerde Said Nursî ve M. Kemal, bir araya gelerek konuşurlar.
Bediüzzaman, İslâm düşmanlarının arasında nam kazanmak emeliyle İslâm şeriatını tahrip etmenin bu millet ve İslâm alemi hakkında büyük zararlar doğuracağını; eğer bir inkılâp yapmak gerekiyorsa, doğrudan doğruya İslâm’a yönelip Kur’an’dan ilham almak icap ettiğini anlatır.
Bu görüşme sırasında M. Kemal, Bediüzzaman’a, Diyanet İşleri Başkanlığında bazı vazifeler verme teklifinde bulunur. Ancak Said Nursî bu teklifleri kabul etmez.
Öte yandan, yine aynı günlerde, Bediüzzaman, uzun zamandır peşinde koştuğu şark üniversitesi projesini Mecliste yine gündeme getirir ve 200 mebustan 163’ünün desteğini sağlayarak ödenek alır.
Ne var ki, kısa süre sonra Tevhid-i Tedrisat Kanunu çıkarılıp bütün medreselerin kapatılması üzerine, bu ödenek kararı da otomatikman yürürlükten kaldırılmış olur.
Hadiselerin gidişatını gören Bediüzzaman, Ankara’da kalıp yeni rejimle müşterek çalışmak istemez. Çünkü kurulan yeni devletin idarecileri çok farklı bir havadadırlar.
Kararını vermiştir. Artık inzivaya çekilecektir.
“Şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırım” diyerek 3 Mayıs 1923’te onu Van’a ve 'Yeni Said’e götürecek olan trene biner.
Böylece "Eski Said" dediği dönemi geride bırakacak, kendini dine ve fikirlerini yaymaya adayacaktır.
Şeyh Said isyanıyla bir ilgisi bulunmadığı halde birçok mazlum gibi Bediüzzaman da sürgün edilir.
Önce Burdur’a, ardından Barla’ya sürülür. Barla’da Risale-i Nur Külliyatı’nı telife başlar.
Eserleri ve fikirleri sebebiyle Eskişehir (1935), Denizli (1943), Afyon (1947) hapishanelerinde yattı.
Fakat inançlarını yaşamaktan ve yazmaktan vazgeçmedi.
Tek başına bir mektep oldu.
1950 yılında çok partili hayata geçildiğinde dini hak ve hürriyetler genişledi.
Bediüzzaman, bu dönemde eserlerini matbaalarda bastırdı.
Bediüzzaman ’ın 1878’den 1916 yılına kadar süren gençlik hayatının unvanı “Eski Said ”dir.
1916–1923 yılları arasındaki hayatı, Eski Said’den Yeni Said’e “geçiş dönemi ”dir.
1923’ten 1949’da Afyon Mahkemesi’nden tahliyeye kadar süren Risale-i Nur’un telif edildiği dönemin unvanı ise “Yeni Said “dir.
Eski Said, daha ziyade akli gidiyordu, Yeni Said ise ilhama da mazhardır, akıl-kalp ittifakıyla hareket eder.
Said Nursi, 23 Mart 1960 tarihinde 82 yaşında Şanlıurfa'da vefat etti.
Naaşı Halilürrahman Dergâhı'nda kendisine ayrılan yere defnedildi.
Ancak iki ay sonra 27 Mayıs 1960'da bir askerî darbe oldu. Millî Birlik Komitesi hükümeti Bediüzzaman'ın kabrinin nakledilmesine karar verdi.
12 Temmuz 1960 günü mezarı Urfa'daki yerinden alınarak bilinmeyen bir yere götürüldü.
Yorumlar
Yorum Gönder