Ana içeriğe atla

ÇOCUKLARIMIZA KAZANDIRABİLECEĞİMİZ GÜZEL HUYLAR. 13. Bölüm

Şefkat

Konuyla İlgili Hikâye.

1984 olimpiyatları ve Judo final müsabakası...
Minderde Mısırlı Judocu Muhammed Ali Rasvan ve rakibi Japon Yaşuhiro Yamashita.
Müsâbakalar sırasında Yamashita'nın sağ kasları yırtılmıştır ve final karşılaşmasına sakat olarak çıkar.
Yamashita sol ayağıyla yürüyor, sağ ayağını resmen sürüklüyor peşinden...
Maç sırasında Muhammed Ali'nin antrenörü kenardan sürekli halde bağırır.
"Sağ bacağına oyna!" 'Sağ bacağına vur!"
Hakikaten maçı izleyen herkes de görüyor ki, Muhammed’in rakibinin sağ ayağına bir defa vurması yetecekti. Fakat yapmadı. Yenildi ve gümüş madalya ile yetinmek zorunda kaldı.
Maçtan sonra etrafını saran bütün gazetecilerin sorusu aynıydı.
-"Niçin?.. , Niçin yapmadın?..."
Cevaben:
“Benim Din‘im insana, yaralıya, hele de yaralı yerinden vurmayı yasaklıyor. Eğer o durumdayken bir de ben oradan yüklenip oraya vursaydım, sakat da kalabilirdi. Madalya için bunu o’na yapamazdım” der.
Muhammed’in bu tavrı ayakta alkışlandı ve Uluslararası Fairplay Komitesi "1984 Fairplay Ödülüne" lâyık görüldü. Daha sonra gittiği Japonya’da da onu bir kral gibi karşıladılar.

Şimdi DİKKAT!
O sene binlerce kişinin o'nun bu tavrından etkilenip, İslam'ı inceleyip Müslüman olduğu kayıtlara geçti!..
Muhammed, kimseye "Müslüman olun" dememiş, Müslüman olmaları için de bir çaba sarf etmemiş; sadece MÜSLÜMAN gibi davranmış ve bu da yetmişti.
"Müslüman kime denir?" sorusuna Hz. Peygamber’in (S.A.S.) cevabı gayet kısa ve özdür:
-Güzel âhlâk sahibi olana denir.
Hemen ardından gelen "peki güzel âhlâklı olmak ne demektir?" sorusuna ise cevabı:
"İşlediği her amelinden, kimseye bir zararı olmayan, olsa olsa yarar sağlayan insandır."
Yani diyebiliriz ki; Müslüman "Hayırlı" kimsedir.
“İslam'ı öyle sağ canlı ve diri yaşa ki, seni öldürmeye gelen sende dirilsin."

Konuyla İlgili Videoyu İzlemek İçin Lütfen Aşağıdaki Linki Tıklayınız.






Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

ÇOCUKLARIMIZA KAZANDIRABİLECEĞİMİZ GÜZEL HUYLAR. 33. Bölüm

Yalancının Mumu Yatsıya Kadar Yanar. Konuyla İlgili Hikâye. İstanbul’daki Fatih Medresesi’nin her odasında dört beş talebe beraber kalırmış. Bu talebeler memleketlerinden getirdikleri fasulye, bulgur, mercimek, nohut vesaireyi beraber pişirirler, beraber yerler ve her hafta içlerinden birisi nöbet tutarak bu işleri yaparlarmış. Geceleri ders çalışmak için yaktıkları mumların parasını da aralarında toplayıp, o haftaki nöbetçi talebeye verirlermiş. Bu talebelerden birisi çok açıkgözmüş. Her gece şamdanların dibinde kalan kırıntı mumları toplar, eritir ve onlardan uydurma bir mum yaparak parayı cebine indirirmiş. Fakat onun yaptığı mum, yeni mumlar gibi uzun müddet odayı aydınlatamaz, erkenden sönermiş. İşin farkına varan arkadaşları, bir gece yine yatsı namazından sonra karanlıkta kalınca, hesap sormaya başlarlar: – Biz sana para verdik, ne diye mum almadın? – Aldım işte, ne yapayım mumlar küçülmüş, bu kadar yanıyor. İçlerinden birisi: – Tabii o kada...

ÇOCUKLARIMIZA KAZANDIRABİLECEĞİMİZ GÜZEL HUYLAR. 32. Bölüm

Empati. Konuyla İlgili Hikâye. Bir ülkenin kralı en sevdiği atını kaybetmiş ve bu yüzden çok üzülmektedir. Atı bir türlü bulamadığı için ortaya bir ödül koyar. Herkes ödülü kazanmak için koşar gelir ama kimse atı bulamaz. Çobanın biri kralın huzuruna çıkar ve atı bulacağını söyler. Kral buna inanmaz. Ülkenin en akıllı kişileri atı bulamadı da bu budala mı bulacak? Çoban atı aramak için kraldan izin ister. Kral çobana peki öyleyse ara bakalım der. Çoban birkaç saat içinde atı bulur ve saraya getirir. Kral bu duruma çok şaşırır. Çobana atı nasıl bulduğunu sorar. Çoban “Çok kolay oldu hükümdarım. Kendimi atın yerine koydum, bir at olsam nereye gideceğimi düşündüm ve onu hemen buldum” Çobanın cevabı kralın çok hoşuna gider ve ödülün çobana verilmesini emreder. Konuyla İlgili Videoyu İzlemek İçin Lütfen Aşağıdaki Linki Tıklayınız. https://www.youtube.com/watch?v=Wmr6GqrFF-Y

ÇOCUKLARIMIZA KAZANDIRABİLECEĞİMİZ GÜZEL HUYLAR. 17. Bölüm

Edep. Konuyla ilgili hikâye. Yaşlı kadın, usulca odasından çıktı. Salondan torunu ile gelininin sesleri geliyordu: -Oğlum, sofra hazır, çorbanı koydum; haydi gel de soğutmadan ye!.. Salonun en kuytu yerine geçti, yerde kendine ait köyden getirdiği minderin üzerine oturdu. Çocuk, babaannesini görünce: -Babaanneciğim, gel beraber yiyelim!.. dedi. Yaşlı kadın mânidâr bir şekilde iç çektikten sonra: "-Evin erkeği gelmeden akşam sofrasına oturulmaz. Hele babanız gelsin, beraberce yeriz inşaâllah!" dedi. Evin gelini: -Aman anneciğim, eskidenmiş onlar!.. Şimdi acıkan yemek sofrasına oturur, o da gelince yer." dedi. Yaşlı kadın: -Kızım, nasıl insanların bir edebi, hayâsı, iffeti varsa, evlerin de iffeti ve edebi vardır. Torunu dayanamayarak alaycı bir tavırla söze karıştı: -Ya babaanne, neymiş bu evlerin iffeti... Anlat bakalım, merak ettim!..dedi. Yaşlı kadın söze başladı: -Biz küçükken annelerimizden önce babalarımızın karşısında edepli otur...